27 Nisan 2010 Salı

Finansın Çözümsüzlüğü

Yüzyılın ilk büyük küresel ekonomik krizi üzerine düşünürken sürekli meşum bir soru takılıyor aklıma. Bankacılık sektörü ve kredi kuruluşlarının örgütleniş şekli tartışılıp daha bir görünür oldukça kafamdaki soru işareti de daha kalın çizgilerle belirginleşiyor. Acaba 1980'lerden sonra tasarladığımız finans sektörü yüzünden küçük ekonomik krizlerin bile büyük finansal krizlere döndüğü bir yapısal tuzağa düşmüş olabilir miyiz? Finans sektörü ekonomik döngüdeki katalizör etkisinin ötesinde sistemi sürekli krizlere sürekleyen yapısal bir çarpıklık üretiyor olabilir mi?

Teoride bankalar ekonomik kaynakların öngörülü bir parasal aracı olarak yeniden dağılımını yapmalıydı. Ama 2008 krizi finans aleminin, prim bazlı ücret politikalarının kışkırttığı açgözlülük ve hissedarların kar baskıları yanında sert küresel rekabet koşullarının da dayatmasıyla, gevşek düzenlemeleri aşmak için danışman ve denetçilerinin kılavuzluğunda esnek değerleme yöntemleri kullanıp, bilgi saklayarak, muhasebe hileleri yaparak, hatta doğrudan verileri bozarak balonlar oluşturmaya eğimli piyasaları şişirip abartılı ve çoğu zaman haksız ve kazançlar sağlamış olduğunu gösterdi hepimize. Eksik olan, yanlış olan neydi sorusunun yanıtı etik yoksunluğu, yetersiz düzenleme ve denetim eksikliği olarak verildi hep. Krizin işaretlerini öngören kimi bankaların bile parti sürdükçe eğlenceye devam etmeli şeklinde davranması yozlaşmanın en açık işaretiydi bu süreçte. Kendi borçlarını ve zararlarını gizlemekte ustalaşan yatırım bankalarının devletlere bile borç gizlemeleri için danışmanlık yapması çivinin mi çıktığını gösterir yoksa dingilin mi bilemiyorum. Hele Goldman’ın müşterileri için türettiği mortgage destekli yatırım ürünlerini bilinçli olarak açığa satması muhtemelen rezaletin son noktasıydı.

Ben bir adım daha öteye gitmeyi hedefleyerek diyorum ki, bütün bu hatalar olmasaydı dahi bankaların kredi politikaları ve düzenleyici kurumların dayatmaları yine de uzun vadeli ekonomik etkinliğini sağlayacak bir kredi piyasası oluşmasına izin vermeyecekti. Sözlük ekonomik etkinliği, "ekonominin, kaynak kullanımı ve kaynak tahsisinde etkinliği gerçekleştirmesi durumudur" şeklinde tanımlıyor. Buna göre en ekonomik etkin üretim yöntemi, alternatif üretim biçimlerinden en düşük maliyetle gerçekleştirilebilen üretim yöntemidir. Bankaların kredi politikaları malesef ekonomik etkinliği gözetmez. Kredi kararının temel beklentisi borçlunun nakit yaratma gücüdür. Bu nedenle de sağlam teminatlı varsayılan mortgage kredileri haricinde risk priminin düşük olduğu kısa vadede yoğunlaşır krediler. En vahim dolaylı sonuç ise, ekonomik kalkınmayı sağlayacak ve schumpeterci döngüde kalkışı tetikleyecek öncü sektörlerin bir anlamda yüksek risk primiyle karşı karşıya kalarak fiilen kredi piyasasından dışlanmasıdır. Uzun vadede aslında ekonomik kalkınmadan en çok faydalanacak taraflardan olan bankalar kendi potansiyel büyüme hızlarını da kesmektedirler bu tıkanıklık yüzünden. Ama hissedarlarına karşın sorumlulukları ve risk fiyatlama modelleri onları büyük ölçüde mazur göstermektedir. Son derece kısıtlı bir üretim aracı olan sermaye’nin parasal görünümünü mevduat-kredi dögüsüyle yaratma imkanı olan bankalar, bu kaynağı ekonomik aktörlere geri dağıtırken bu döngüde bir sonraki üretimin maliyet yapısını da belirlemektedir. Bu koşullar altındaysa sermaye yoğun üretim yapma durumunda olan asıl öncü sektörler süreçten dışlanmakta, kısa vadeli getiri peşindeki risk sermaye şirketlerinin ve hedge fonların kucağına itilmektedir. Bu fonların yüksek kar beklentileri yanında, imtiyazlı ortaklık hakları, üretim ve yönetim yapılarına dayatmacı müdahaleleri sistemin bir başka çıkmazıdır.

Konunun bir diğer ayağı da düzenleyici kurumlardır. Halihazırda dünyada büyük ölçüde bağımsız otorite olarak örgütlenmiş düzenleyici kurumların ekonomik etkinliği gözetmesi gerekmez mi? Bu kurumların varlığı piyasanın kendi başına bırakıldığında başarısız olacağı hipotezine dayanır. Her krizden sonra da haliyle bilinirlikleri ve şöhretleri artar. TMSF ‘nin varlığının ne zaman farkına varmıştık?.. Kamu yararını gözeten bu kurumlar piyasada adil rekabeti düzenlerken ekonomik etkinliği de büyük resimde hedefleri arasına koymuş olmalılar. Teoride bağımsız bu kurumların hedeflerini, lobi gruplarınn baskıları, medyaların yönlendirmeleri, sosyal ve siyasi etkiler önceliklendirmektedir. Uygulamada ise hemen her zaman bankaların kısa dönem karlılığı ve sermaye yeterliliği gözetilmekte ve ekonomik etkinlik hedefi öncelikler arasında yer alamamaktadır.

Yürürlükteki ar-ge teşviklerine erişimde yaşanan sıkıntılar ve ihtisaslaşmış sanayi bölgelerinin/teknoparkların yaygınlaşamaması veya yetkin girişimcilere erişememesi yüzünden de sorunun kökenine inilemiyor elbette. Hala sanayi sonrası ekonomiyi anlamakta sorun yaşayan düzenleyiciler katma değeri yüksek öncü sektörleri doğru değerlendirememekte, kalifiye işgücü yetişmesi için eğitim sistemini planlayamamakta ve pozitif süreçleri de bürokrasiye boğmaktadır. Temel sorun artı değerin finans kesimi aracılığıyla yeniden dağıtımı olduğu için çatışmanın kaçınılmaz olduğunu tarihsel olarak biliyoruz. Artı değer paylaşımında taraf olan devletin de çeşitli lobilerin etkisinde kalması olağandır bu durumda. Sorunu büyüten, doğru mecraya akıtılamayan fonların etkin olmayan alanlarda birikip metastas oluşturması, yani kanserli sektörler yaratmasıdır. Ekonomik döngüler içinde şişen metastaslı sektörler etkin olmadıkalrı için krizleri tetiklemektedir. Kredilerin geri çağırılması (kimi çağırılamaması) ve risklerin türev ürünlerle büyütülmesi, küçük şokları bile, hele konjonktürel olarak sorunlu bir döneme denk gelirse çabucak ekonomik krize çevirmektedir.

Son kertede, yenilikçi sektörlerin teşviki için kredi piyasasında pozitif ayrımcılık yapılabilmesi gerektiği ise açıktır. İhracat finansmanı benzeri kapsamlı bir ihtisaslaşmış teknoloji finansman bankası kurulması düşüncesi faydalı görünüyor. Gerçi uzun vadede öne çıkacak olan farklı sektörler yine aynı sorunu yaşayacaktır. Finans sektörünün doğasına ait olan bu tıkanıklık malesef finansal mimarisi değişmedikçe çözümsüzlüğe mahkum görünüyor.

8 Şubat 2009 Pazar

Doğu ve Aydın ve Batı ve Entelektüel ve yine Aydın

Aydın kimdir? Ne iş yapar? Bu mahallede neye yarar? Haydi bakalım..

‘Aydın’ sözcüğü 1930’larda dil devrimiyle Arapça kökenli ‘münevver’ e karşılık türetilmiş. Asıl anlamı günaydın’daki gibi ışıkla, aydınlıkla ilişkili. Sözlüğün ötesinde halk içinde de tutunabilen sözcüklerden (sözcük de dil devriminin mahsulü, pardon! ürünü). Ama bendeki çağrışımı entelektüelden biraz farklı tınlıyor. Aslında en doğulu tanımıyla, modernin kıyısında/periferide kalakalmış ülkelerin hasbelkader eriştiği modern eğitimle kendi toplumuna yabancılaşmış bireylerini ifade ediyor.

Aydın’a cumhuriyetin verdiği temel görev ise köyü modernleştirmesidir. Prometheus kılıklı, enstitülü aydınımız çıkınındaki ateşin/bilginin beraberinde tıpkı mitolojideki gibi pandoranın kutusunu da getirmektedir. Bu kutudaysa tüm kötülük ve ızdırapları içeren ideolojiler vardır.

İdeoloji taşraya bulaşmamış bir mikroptur cumhuriyet öncesinde. İdeolojinin virüsü bulaştığında yarı okumuş halkın alacakaranlık zihni merkez çevre çatışmasının boy verebileceği her yerde cepheleşip yarılmaya hazır hale gelmiştir. Eski toplumun bakiyesi olan ve Doğuyu temsil eden medreseliler ise dışlandıkça keskinleşmiş, Said-i Nursi'nin talebeleri gibi yeraltına çekilen cemaat ve tarikatleriyle direnmeye çekilmiştir. Bir başka ilginç nokta ise, devletin Doğu ile Batı arasındaki çatışmaları anmamaya bilhassa özen göstermesi ve köy-kent bağlamında bir sorun olarak sunmasıdır modernleşmeyi. Devlet, bin yıldır ötekileştirdiği Batı'nın safına geçmiş ve medeniyetler savaşını müfredattan silmiştir.

Batılı bir kavram olarak entelektüel Fransa’da 19.yy’ın ilk yarısında kullanılmaya başlanmış. İngilizcede ise yazarak geçimini sağlayan anlamındaki ilk kullanımıyla (man of letters) eğitimli olmakla ilişkili bir kökene sahip olsa da ‘soyut bilgi ve teorilerde derin bilgi sahibi kişi’ veya ‘fikir, bilgi, teori üretip yayan kişi’ anlamlarına kaymış zamanla. Asıl anlamını ve sorumluluğunu ise Fransa’da ‘Dreyfus davası’na müdahil olan Emile Zola ve arkadaşlarıyla bulmuş. Entelektüel hayvan her durumda demokrasinin ve özgürlük idealinin çocuğudur.

Sözlük tanımının ötesinde bu konuya kafa yormuş kişilerin muhtelif tanımları da var;

Erward Said: entelektüel, belli bir kamu için ve o kamu adına bir mesajı, görüşü, tavrı, felsefeyi ya da kanıyı temsil etme, cisimlendirme, ifade etme yetisine sahip olan bireydir.

Aldous Huxley : .. kendisine seksten daha ilgi çekici bir şeyler bulan insan.

Cemil Meriç: entelektüel yükselen bir sınıfın şuurudur, yani bir devrimcidir.. bir bilgi hamalı değildir entelektüel. Hakikat uğrunda her savaşı göze alan bağımsız bir mücahittir.

Sartre: .. kendisini ilgilendirmeyen işlere karışan adamdır.

Gramsci’den Adorno’ya daha pek çok tanım yapılmış. Ama en kısa ifadeyle hepsinin özü, ürettiği fikirlerle toplumu ve dünyayı değiştirmek işlevini yüklenen bireye indirgeniyor.

Peki, bizim toplumumuzda ne iş yapmış, nasıl gelişmiş bu yaratık? Her ne kadar Batı’da da modern bir kavram olsa da, Osmanlı’nın son dönemine kadar birkaç istisna dışında entelektüelden söz etmek mümkün değil. Genel olarak Doğu’da Aydın’ın doğuşu filizlenmeye başlayan batılı endüstri toplumu karşısındaki yenilgilerle başlamış. Modernliğin kıyısındaki toplumlarda en temel soru ise, hem Osmanlı, hem de İran ve Rus imparatorluklarında ‘Niçin geri kaldık?’ olmuş.

'Niçin geri kaldık', artık sonuçsuz tartışmaları ile tüm esprisini tüketmiş, yaldızlarını dökmüş, hatta çoğu aydın için tiksindirici hale gelmiş bir sorudur. Bu tartışmanın odağına uzun süre haklı olarak din konuldu. Kamplaşan ve keskinleşen gruplar suçu ya dindarlıkta ya da dini doğru yaşamamakta aradı. Din'in belli bir döneme ait yorumunun bir etken olduğu doğru olsa da mutlak neden din olmasa gerek. Her bir toplumun üretim ve tüketim döngülerini/yapılarını, devlet organizasyonunu, toplumsal sınıflarını ve artı/katma değerin oluşum-dağılımını analiz etmek için gereken zihinsel araçlar da birikmemişti aydının alet çantasında. Sonra Nietsche öldü, sonra Marx doğdu vs. başka bir yazı konusu..

Zaten bu ölümcül soruya her meşrepten üç yüz yıldır verilen yanıtlar milyonlarca sayfayı doldurabilir sanıyorum. Bizim bu konuyu bugün ortaokul münazarasının ötesinde tartışmayı beceremememizin önemli nedenlerinden biri de, Tanzimat dönemindeki tartışmalara ilişkin yetersiz bilgilere sahip olmamız. Bugün tartışıp durduğumuz pek çok konu sonuçsuz şekilde yüz elli yıldır konuşulageliyor yazık ki.

Benim de, her Türk gibi bu konuda bir takım fantastik teorilerim var. En önemli gerileme nedeninin ise demografik olduğunu düşünüyorum. Tarih boyunca yükselen ve çöken medeniyetlere baktığımda nüfus artış hızı yükselen dil ailelerinin (Moğol-Türk, Slav vb.) büyük coğrafyalarda hâkimiyet kurduğunu görüyorum. Ardından tüm bu fatihler azınlıkta kaldıkları topraklarda eriyor. Coğrafi dil bütünlüğü bozuldukça medeniyetleri de geri çekilmek zorunda kalıyor.

Avrupa özelinde ise, nüfusa ilişkin en erken istatistikler endüstri devriminin başlangıcı sayılabilecek 1750 yılına ait tahminler. Ortaçağ boyunca Avrupa nüfusunun özellikle hastalıklar nedeniyle azaldığını biliyoruz. 1750 yılında dünya nüfusunun yüzde 20’sini oluşturuyor Avrupa. 1900 yılında ise yaptığı kıyımlarla iskâna açtığı Amerika ile beraber yüzde 30’u geçiyor. Yüz elli yılda oransal olarak yaşanan yüzde ellilik muazzam artış hem zenginleşmenin hem de gelişen tıp bilminin, hatta ilk olarak Londra’da kurulan sıhhi tesisat sisteminin bir sonucu olarak değerlendirilebilir.

Bu tema üzerine daha çok çeşitleme yapılabilir. Ama, en basit yorumlamayla bile bu oransal artış hâkim konuma gelen medeniyetin hem nedeni hem de sonucu oalrak görülebilir. Batı'nın düşüşü de muhtemelen benzer bir yol izleyecektir. Bir yandan nüfus artışı kıta Avrupa’sında ve Kafkas ırkında yavaşlıyor. Diğer yandan da uyum sağlamayı reddeden göçmenler artıyor. Şöyle ki, 2050 yılında ABD’de hispanik ve afro-amerikan nüfusunun çoğunluğa geçeceği tahmin ediliyor. Hindistan ve Çin ise Afrika ve Brezilya gibi kalabalıklaşmaya devam ediyor.

Seyid Hüseyin Nasr, Türkiye İslam âleminde hiç bir entelektüel rol oynamıyor diyor taze bir söyleşisinde. Aynı şekilde, Avrupa’da da kültürel olarak esamemizin okunmadığını ekliyor. Güzel ve önemli bir tespit olarak görünüyor bana bu. Nedenleri üzerinde hepimizin düşünmesi fayda var.

Bu tespiti sorgularken, öncelikli olarak Cumhuriyetin ulus devlet yaratma projesinin o dönemde öngörülemeyen yan etkilerinden bahsetmek gerek. Tıpkı lanetlenen İstanbul gibi Tanzimat’a ait entelektüel birikim de yok sayıldı bu dönüşümde. Sünni İslam’ın başkenti olması hasebiyle her milletten entelektüeli çeken İstanbul’dan hem araplar hem de gayrimüslüm tebaa Batı karşısında alınan yenilgilerin yükselttiği milliyetçiliği etkisiyle uzaklaştı. Gayri müslümler daha çok Batı'ya yönelirken, Müslüman entekklektüellerin bir ksımını modernleşmeyi kısmen daha önce tamamlayan Mısır’ın cazibesi çekti. Lübnan ve Şam benzer çekim merkezleri olarak yükseldiler. Bunların yerini tepkisel milliyetçiliği Osmanlı’ya getiren Çarlık Rusya’sından kaçmış Gaspıralı İsmail, Yusuf Akçura, Zeki Velidi Togan gibi Türkîler, boşluktan istifade eden Kürtler ve Balkan göçmenleri aldılar süreç içerisinde. Milliyetçilik tıpkı domino taşlarının devrilmesi gibi ilerlemiştir doğuda. Slav milliyetçiliği Türk milliyetçiliğini tetiklemiş, Türk milliyetçiliği de hakim konuma geldiğinde dışladığı kişilerle Arap milliyetçiliğine yol açmıştır.

Osmanlı’da 19. yy’ın sonuna doğru değişen ordu düzenine batı tipi subay yetiştirmek için açılan askeri okullar gözden düşen ilim sınıfının yerine devlet yönetimine yerleşir ve ordu siyasetin merkezine oturur. Din sınıfından yükselen son isim Ahmet Cevdet paşa’dır. Askerler dışında, sadece yine gayrimüslimlerden miras alınmış tercüme bürosundan evrilen dışişleri de eski Enderun’un işlevini üstlenmeye başlar. Buradan yetişen her Sadrazam’ın bir yabancı devletin adamı olduğu ve İngiliz ya da Rus lakabıyla anılmaları da manidardır.

Kökleriyle bağı zayıflayan ve odağı ulus devlet çerçevesinde yeniden üretilmiş bir kızıl elma olarak ‘muasır medeniyet seviyesini yakalamak’ suretinde tanımlanan bu yeni tip okumuş/aydın elbette yüzünü Doğu’ya dönmeyecekti. Yüzünü dönmediğin halklar ve toplumlar da seni ciddiye almayacaktır. Hâlbuki Türk Kurtuluş savaşı emperyalist Batının karşısında yerleşik halkların kazandığı (ilk değil, Haiti’den sonra ikinci) bir kurtuluş savaşıydı. Yenilmiş halklara ilham vermişti bu zafer. Ama yeni Cumhuriyet tamamen rasyonel bir karar vererek mağluplar kampı yerine yönünü ve organizasyonunu Batı’ya dönük olarak kurdu. Tercih bence de doğru..

Doğudaki etkisizliğimizi biraz kurcaladık. Ama tüm bunlara rağmen, neden Avrupa’da da bir entelektüel etkimiz yok? Son günleri moda deyimiyle özde-sözde ikilemiyle ilişkili olabilir mi bu durum?

Öncelikli bir neden, her ne kadar bir kesim Türk kendini batılı gibi görse de, Batı için hala öteki olmamaızdır. Yunan ve Latin kültür kökenleri üzerine Yahudi-Hristiyan teolojik sosuyla (ve bunlarla hesaplaşarak) sunulan Batı medeniyeti zaten son bin yıldır da bizi ötekileştirerek belirledi kendi etki alanının sınırlarını. Bu duvar bir kaç nesilde yıkılabilecek bir şey değildir.

Bu durum bizim için de geçerli değil mi ki. Bir toplumun ait olduğu kültür öncelikle onun dil ailesine bağlıdır. Çünkü kültürün genleri dile kodlanmıştır. Dili yoğuran şeylerden birisi de elbette dindir. Fakat zaman içinde farklı dil ailelerinin de farklı dinsel mezheplere sapması ve farklılaşması apayrı bir araştırma konusu olmalı bence. İran'ın şiileşmesinde Pers dili ve kültürünün etkisi yadsınamaz. Tıpkı islam fetihleriyle giderek önemini kaybeden Mısır'ın Şiiliğin ilk yükseldiği yer olması gibi. İslamın ilk asrına ait bir ihtilafa bu denli radikalce taraf olmak dindışı olgularla da açıklanmalıdır. Elbette daha detaylı çalışılmalı mezhep konusu yazılmadan önce.

Yani dilin ve dinin farklıysa bir başka medeniyete katılman ve onun kodlarıyla düşünebilmen kolay değil. Sınırlı sayıda Batı tipi eğitim almış entellektüel için bile burada doğup büyüdüysen bir başka medeniyete egzotikleşmekten kaçınarak, onun kodlarıyla başeser vermek mümkün görünmüyor. Bu duruma yakın dönemden verilebilecek iki örnek Orhan Pamuk ve Oğuz Atay'dır. Orhan Pamuk'u farklı bir tad olarak Batı'nın kabul etmesi mümkündür. Ama bence bizim Raskolnikov'umuz olan Oğuz Atay modern olduğu ölçüde yerli kalmıştır ve tüm eseriyle Batı için ötekidir.

Buradan bir sıçrama yaparak ne doğuda ne de batıda olamadığımıza erişmek istiyorum. Tüm parçalanmışlığımızla coğrafyamızın kimi köprü olma eğretilemesiyle vurgulandığı arada kalmışlığı devam ediyor. Şairin dediği gibi, bir garip seferdeyiz sonu gelmeyen. Seferin, yolculuğun Jung okulundaki içeriğini topluma yükselterek yorumlamak da eğlenceli olabilir. Bu arada kalmış/sıkışmışlıktan, ola ki devlet ve toplum arasındaki gerilim düşer de özgün şekliyle kültürlere nefes alanı açılırsa, her iki taraf için de anlamlı sonuçlar çıkması olasılığı beni heyecanlandırmaya devam ediyor. Buralı Aydının hem doğuya hem de batıya Türk kalması ise güzel bir son söz olur sanıyorum.

18 Ocak 2009 Pazar

DİL ÜZERİNE

Son zamanlarda bir arkadaşımın da sıkıştırmasıyla Lacan üzerine okuyorum. Lacan okumaları döngüsel bir şekilde dil üzerine yeniden okumaya ve düşünmeye itiyor beni. Aslında geçen yüzyılda da ontolojinin temel sorularına çağdaş yanıtlar ararken yan disiplinleriyle felsefe hep dil konusuyla yüzleşmek zorunda kalmıştı.

'Üzerinde konuşulamayacak olan hakkında susmalıyız' diyen Wittgenstein'la başlayan bu dönemde, Heidegger 'Dil var'ın evidir' diyerek apayrı bir patika açtı. Derrida'nın yapısökümü dil'i yeniden sorunsallaştırırken, Lacan'ın perspektifi 'bilinçdışı dil gibi yapılanmıştır' önermesiyle insanın ne olduğu sorusuna farklı bir açılım getirdi. Felsefedeki her yeni açılım ise yeni sorular demekti.

Elbette, elimizde yeni araçlar da var modern olarak adlandırıp sonra ‘post’unu çıkarttığımız çağda. Felsefeyle doğan bilim geçen birkaç binyılda kimi gıcır kimi sandıklardan çıkarılıp özenle cilalanmış pek çok araştırma aleti/kavramı icat etti. Ama dil de boş durmadı bu arada, evrildikçe karmaşıklaştı, ilkelliğinden uzaklaştıkça özünü, dibini bulmak güçleşti. Bunu, Derrida, bağlamdan bağlama geçerken göstergeler zincirinde anlamın durmadan değişen bir nitelik içerdiğiyle ifade eder. Bu durumda bağımsız bir gösterilenler alanı olanaksızdır.

O halde Heidegger gibi soralım biz de, ‘Nedir bu dil?’. ‘Τι είναι αυτή η γλώσσα’. Antik yunanda logos sözcüğü, dil’i, konuşma’yı ve neden’i (reason) kapsayan bir anlam içeriğine sahipti. Latin kökenli lingua, İngilizcede hâlihazırda tongue anlamındayken, language olarak geçti. Bizim Türkçede kullandığımız çoğul anlamlı dil sözcüğü ile benzer bir maceraya sahip nihayetinde. Dil’den çok Arapça lisan sözcüğü bu anlama atanmıştı uzunca bir dönem. Bugün diğer yan anlamlarından sıyrılan dil sözcüğü yeniden öne çıktı.

Heraklitos’un betimlediği anlamıyla evrenin temel kaynağı ve ilkesi olan logos, ikincil anlamıyla yine insanın evren kavrayışında başat yerine geri döndü diyebilir miyiz? Mademki evrenin şairane kavranışından bahsediyordu Heidegger, logos’un çoğul anlamlarıyla dönüşü de şiirseldir. 128. fragmanda ‘En iyisi gizlemek deliliği’ diyen huysuz Heraklitos yeniden baş tacı edildi bin türlü tazelenmiş önermeyle..

Dillerin kökeni konusunu biraz deşersek, iki temel teori vardır. Yansıma ve ünlem kuramları sözcüklerin kökeninde doğadaki seslerin taklidinin ve hemen her dilde benzeşen insan ünlemlerinin sözcükleşmesini ileri sürer. Burada kayda değer bir sorun görünmüyor. Ama soyutlama aşamasına nasıl geçtiğimiz ve salt kavramların üretimi başka bir aşamayı işaret ediyor. İdea’lar dünyasına geçişte gösteren ve gösterilen ilişkisi muğlâklaşıyor ve gösterilenin kendi başına varlığı dışlanıyor. Yani göstermekle var ediyoruz. Bu önermenin yarattığı sorunlar henüz alt edilemedi. Freudyen bakışta meme emen bebeğin ağlayarak sütü yarattığını düşünmesi gibi biz de düşüncemizin asıl çiçeği olan soyut kavramları düşleyerek yaratıyoruz. Heidegger, her bir varlığa getirmenin temeli açığa çıkarmada yatar, şeklinde ifade ediyor bunu.

Yeryüzünde yedi bin civarında farklı dil var. Pasifik bölgesinde nerdeyse beş bin kişiye bir dil düşüyor. Hatta etnolojist Gordon’un çalışmalarına göre beş yüz civarında dil yüzden az kişi tarafından anadil olarak konuşuluyor. Bu da coğrafi ayrımların dilleri farklılaştırdığını açık olarak gösteriyor. Bu diller genel kabul gören altı farklı aileye ayrılıyor. Kelimelerin kullanılışı açısından ise üç farklı yapı söz konusudur. Yalınlayan, çekimli ve eklemeli diller yapısal ayrımları gösteriyor.

Aht-i atikte yaradılış ‘başlangıçta söz vardı’ diye anlatılıyor. Kuran ‘ol’ emriyle her şeyin var edildiğini söylüyor. Budistler ilksel heceye ‘om’ diyor. ‘Om’, evrenin ve yaradılışın sesi. Dil’in işaret ya da ses olarak fiziksel varlığı da soyutlamadan gelen yaratıcı özelliğiyle örtüşüyor. Konuşarak ya da işaret ederek gösterileni var ediyoruz bu bağlamların her birinde.

Dillerin ve insanın evrimi arasında nasıl bir bağ kurulabilir? Dil ailelerinin oluşumu ile tarım toplumuna geçiş ne kadar eş zamanlı, önceleyenleri neler? sorularını düşüneceğim biraz.. Sonraki yazıya...

14 Ocak 2009 Çarşamba

Gerçek Gelişme Endeksi ve Sürdürülebilir Kalkınma

Türkiye ekonomisi 2002'den sonra aralıksız yirmi çeyrekten fazla büyüdü. Uluslararası konjonktürün ivmelendirmesiyle tarihimizde neredeyse görülmemiş bir büyüme dönemi yaşadık. Görece beş yıl gibi kısa bir sürede ikiyüz milyar dolardan dörtyüz milyar dolarlık bir GSMH'ye ulaştık. Ama büyümenin bir türlü toplum kesimlerine yayılmadığı, refah etkisinin çeşitli nedenlerle geciktiği yönünde tartışmalar yapıldı. Ekonomik büyüme ile toplumsal kalkınmanın ya da zenginleşmenin aynı şey olmaması bir yana büyümenin dışsal maliyetleri de gözardı edildi çoğu bu tartışmalarda. Büyüme tartışmalarının bir boyutu da son dönemde toplumsal kalkınma eksenine doğru çevrilirken, henüz ülkemiz gündemine düşmemiş iki yükselen kavramdan bahsetmek istiyorum. Bunlar, Gerçek Gelişme Endeksi (Genuine Progress Indicator-GPI) ve Yeşil GSMH (Green GDP) olarak türkçeleştirilebilirler.

Gerçek Gelişme Endeksi, Yeşil İktisat ve Kalkınma Ekonomisi'ne ait bir kavram olarak halihazırda kullanılan GSMH ve büyüme ölçütleri yerine kullanılması önerilmektedir. GSMH ölçütünde pozitif büyüme olarak görülmesine karşın aslında uzun vadede toplumsal refaha zararlı etkileri olan büyüme unsurlarının gerçek etkisinin de denkleme eklenmesini önermektedir. Lawn modeline göre, GPI'da GDP hesabına ek olarak dikkate alınan ek maliyetler; Yeniden üretilemeyen sınırlı kaynakların tükenmesinin maliyeti, Hava, Su ve Gürültü kirililiği maliyetleri, Suç maliyeti, Ozon kaybı maliyeti, Tarım arazilerinin kaybı, Sulak arazilerin kaybı ve Ailelerin dağılmasının maliyetidir. GPI böylece sürdürülebilir bir büyümenin unsurlarını da ifade etmektedir. Diğer yandan GPI'a karşı çıkıp GDP'yi savunanların, bu göstergenin aslında yalnızca üretim ve tüketime ait bir ölçüm olduğu ve toplumsal refahı içermesinin gerekmediği savı, bu ölçütün tüm karar alıcılarla kullanıldığı gerçeğini yadsımaktadır. Manfred Max-Neef'in GPI teorisinden geliştirdiği eşik hipotezine göre, belli bir büyüklüğü geçen her makroekomik sistemde büyümenin yarattığı marjinal fayda, yarattığı ek maliyetten düşük olacaktır.

Burada Fisher'in ekonomik refah'ı meta üretimi yerine hayatın fiziksel zevklerine dayandırdığı ve Hicks'in de milli gelir hesaplamanın pratik amaçlarından biri olarak geleceğin üretim ve tüketim kapasitesine zarar vermeden en fazla kaç kişinin bu süreçte yer alabileceğini gösterdiğini belirtmeliyiz. Yani bir ülkenin milli gelirinin tamamı gelecekteki üretim yeteneğine zarar vermeden bugün tüketilebilir mi?

Günümüzde az sayıda ülke (Hollanda, Fransa, Almanya, Kanada) GPI temelinde geliştirilmiş endekslerle milli gelir hesaplamaları yapıyor. En bilineni Kanada'nın kullandığı GPIAtlantic göstergesi. http://gpiatlantic.org/ .

Green GDP endeksi ise, benzer bir mantıkla büyümenin yarattığı çevresel etkilerle değerlendirilmesi yaklaşımıdır. Yerel kaynaklarını vahşice tüketmekle suçlanan Çin tarafından 2004-2006 arasında kullanılan bir göstergeydi. Bu dönemde Çin'in bu ölçeğe göre büyümesi yaklaşık sıfır (0) çıktığı için teknik sorunları olduğu söylenilerek mart 2007'de kullanımdan kaldırıldı. Yine de bu ölçek bile biyolojik çeşitliğinin yokolmasının geri döndürülemezliği ve iklim değişikliğine yol açan gaz emisyonlarının uzun vadeli etkilerini parasal ifadelere çevirmekle gerçek büyüme ve sürdürülebilir kalkınma adına pek bir şey ifade etmemektedir.

Dünyadaki ekosistemler hakkında bilgimiz arttıkça insan eylemlerinin sonuçlarına dair daha fazla veri elde edeceğiz. Görünen o ki, büyüme ve gelişmeye olan inancımız kendi geleceğimize zarar verir boyuta gelmiş durumda. Türkiye için bu hesapların yapılması zaman alacak olsa bile bizim şimdiden eski hesaplamalarla yıllık yüzde yedilik büyümemizin kaybedeceğimiz Hasankeyf'lere, Kaz Dağlarına, Fırtına Vadilerine değip değmeyeceği üzerinde düşünmemiz gereği ortaya çıkıyor.

Gerçek gelişmenin ölçütünü ararken gerçeğin ölçütü sorusu da takılıyor insanın aklına. Tehlikeli Oyunlar'dan bir yanıt alalım buna ;

-gerçek nedir hikmet amca?
-gerçek, iki nokta üst üste koydun mu?
-koydum hikmet amca.büyük harfle başlanıyor değil mi?
-hepsini büyük harfle yazsaydın. gerçeğin de soluna çiçek yapma sakın.
...
-yaz bakalım: gerçek, başkalarının bize uygulamaya çalıştığı tatsız bir ölçüdür.
-birimi var mı hikmet amca?
-birimi insandır.

3 Ocak 2009 Cumartesi

Totalitarizm ve Ötekileştirme

Yirmi birinci yüzyılın ilk on yılı nasıl anılacak ileride acaba? Muhtemelen, 11 Eylül 2001 ile başlatacak siyaset tarihçileri bu çağı. Daha derin analizler ise, kimsenin üzerine alınmak istemediği faşizmin gıcır bir kisveyle ortaya çıkışını işaret edecek.

Her ne kadar demokrasi yahut meşruti monarşi sıfatıyla anılsalar da, totaliter rejimlerin tüm emarelerini gizlice koyunlarında saklıyor çağdaş yönetimler. Halk katında ise bu gizli totaliterliğin iltifat gördüğü sızıyor medyalardan. Azgın azınlık tarafından ortaya serilen bu etçillik giderek toplumun tüm kesimlerine bulaşıyor sanki. En demokrat cakalılar bile, ilkeler düzleminde yalnızca bir sıfat olarak taşıyorlar demokratlığı.

Gerçi demokrasi de endüstri çağının üretim ilişkilerinin bir yan ürünü değil mi? Kökenlerini antik Yunan’da aradığımız demokrasi, yine kökenine uygun şekilde bir seçkinler komedyasına dönüşüyor. Medyalar gelişip yaygınlaşırken araçsallaşıyor ve temel işlevleri özgürleştirmek değil de toplumu manipüle etmek şeklinde ortaya çıkıyor.

Totalitarizm'in bir başka nişanesi olan "tek parti, tek lider" ise, bir yandan var olan partilerin tek tipleşmesi ve benzer çıkar çevrelerinden destek almalarıyla, hatta biraz zorlayarak, finans/sermaye piyasalarının temayüllerinin tek geçer akçe haline gelmesiyle sağlanarak, halk, "ya o ya bu" ikileminde bırakılmaktadır.

İroni şudur ki, o da bu da genelde aynı sonucu vermektedir.

Güvenlik gerekçesiyle dayatılan polis devletini anımsatmak gereksiz bir zaman kaybı olur sanıyorum. Her fırsatta devletin toplumsal alandaki hacmini arttırmaya hazır ve nazır yönetimler totalitarizmden başka neye kapı açmaktadırlar ki..

Mussolini "her şey devletin içindedir ve devletin dışında insani veya ruhsal hiçbir şey yoktur" derken, Derrida'nın bu sistemlerde mantıksal değil metafizik bir temel bulunduğu tespitini doğrulamaktadır. Devletin önkoşulu olagelmiş, toplumu bir araya getiren temel değerlerin ana şartı, toplum lehine bireyin geri çekilmesini öngörse de, uzun vadede bireyin ilkel doğasıyla uyuşmayan değerlerin, esnemediği durumda her bir otorite birimini de dağıtarak baskın çıkacağı söylenebilir.

Bu yüzden, özgürlük ve mülkiyet bağlamında bireyle devletin totaliterce tanımlanan ilişkisinin devlet aygıtı aleyhine gelişmesi de kaçınılmazdır. Faşist rejimde zenginleşenler bu yolla faşizmin başat düşmanları haline gelir. Yani, faşizm kendi yıkımını içinde taşır.

Peki, bu olguyu tüm totaliter rejimlere genelleştirmek ne ölçüde doğru olur. Bu devletlerde, birey ya devletle özdeşleşip onun erkinden faydalanarak nefes alacaktır ya da yeraltına çekilecektir. İlki ahlaki düşüklüğü ve toplumdan kopmayı getirirken, ikincisi topluma yayılabilen bir gerilim doğuracaktır. Her iki durum da devleti oluşturan toplumun çeşitli noktalardan kırılmasını getirecektir. Yani, kılık değiştirmedikçe mutlak totalitarizm sürdürülemez. Böylece toplumsal uzlaşma yalanı başlar.

Burada ise asıl soru, güce ilişkin olandır. Güç her zaman totaliterliğe eğilimlidir. Erk sahipleri, iletişim araçlarının gelişmesiyle ikinci dünya savaşı sonrası yeni bir şey keşfettiler.

Amerikalı toplumbilimcilerin (bkz. Herbert Blumer) faşizmin doğduğu günlerde kavramsallaştırdığı "kamuoyu" olgusu, beraberinde başka kavramları da getirdi; crowd, public, mass gibi..

Toplumsal davranış, sürü psikolojisi, toplumsal cinnet vb. kavramların örtülü bir totalitarizme elverişliliği artık açıkça totaliterliğe ihtiyaç duyulmaması anlamına da gelmektedir. Bu kavramları, Althusser'in devletin ideolojik araçları olarak tanımladığı aile, din, medya ve eğitim sistemiyle bütünleştirdiğimizde büyük resim berraklaşmaktadır.

Neredeyse kaçışı olmayan bir sosyal labirentin içinde yuvarlanıp durmaktayız.